___ Ana Sayfa _ Forum _ mp3 Arşivi _ mp3 Player _ Arama _ Team___ Üyelik Basvurusu




ILAHICIYIZ.BIZ - Online Ilahi Merkezi » Tarih » » » Merhaba Misafir [Giriş yap|Üye ol]
son Mesaj | Birinci Okunmamış Mesaj Yazıcı önizlemesi | Arkadaşına gönder | Konuyu Favorilere ekle
Sayfanın Sonuna Gıt
yazan
Mesaj « önceki konu | sonraki Konu »

Moderator


images/avatars/avatar-1141.png


Üyelik Tarihi 13.06.2009
Mesajlar: 867
Nereden:

Rütbesi: 45 [?]
Tecrübe Puanları: 4.683.219
Sonraki Rütbe: 5.107.448

424.229 Tecrübe puanı

cevapla | alinti yap | degistir | mesaji bildir Sayfanın Başına Git

Osmanlı devleti; Mekke Hanefi müftüsü meşhur Seyyid Muhammed İbn Dahlan’ın da övgü dolu sözlerle vurguladığı gibi Asr-ı Saadetten sonra İslamiyet’e en çok hizmet eden İslam devletidir. Özellikle; İslamiyet’in öğrenilmesi, öğretilmesi, yaşanması ve yayılması, ilahî nizamın uygulanması konusunda üstün gayretler ve destanlaşmış fedakârlıklar gösteren Osmanlı yönetimi; bunu yaparken de “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” çizgisindeki hassasiyeti ile temayüz ve tebarüz etmiştir. Osmanlıların ehl-i sünnet hassasiyeti daha devletin kuruluş aşamasında karşımıza çıkmaktadır. Ertuğrul Bey’in Kuran-ı Kerim’e karşı hürmeti ile başlayan bu kutlu uğraş, Osmanlı cihan devletine adını veren Osman Gazi’nin yaşayış, anlayış ve imanı ile çağları aşan bir devletin ve medeniyetin muştusu haline dönüşmüştü. Osman Gazi; oğlu Orhan Bey’e bıraktığı vasiyeti ile devletini hangi sağlam temeller üzerine oturttuğunu da ortaya koymuştur: “Ey devlet ve ikbal sahibi oğlum!. Ulemaya riâyet eyle ki din işleri nizam bulsun!. Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbal ve yumuşaklık göster!. Askerin ve malın ile gururlanıp, âlimlerden uzaklaşma!. Padişahlığın aslı ve esası İslamiyet’tir. Bu sebeple Hz. ALLAH’ın emirlerine muhalif bir iş yapmayasın. Bizim yolumuz ALLAH yoludur ve gayemiz Hz. ALLAH’ın dinini yaymaktır. Yoksa kuru kavga ve cihangirlik davası değildir.” Bu sözler, Osmanlının neden hâlâ kıtalar ötesi Müslümanların bile sevgi, dua ve hayranlığını kazandığını, neden hâlâ hasret şiirlerine, çileye uğrayanların ağıtlarına konu olduğunu göstermektedir. Hatta eski Osmanlı coğrafyasının gayr-ı Müslimleri bile bu ağıt ve hasret destanlarına katılarak tek kutuplu, küresel emperyalizme karşı “Osmanlı adaleti” istemektedirler. Kuran-ı Kerim’in Tahrifini Önleme Yöntemi Osmanlının ehl-i sünnet konusundaki hassasiyeti kitap, sünnet, icma-ı ümmet ve kıyas-ı fukaha’yı şeri delil olarak kabul eden devlet anlayışının tabii bir sonucudur. Kuran-ı Kerim’in basımı, dağıtımı, öğrenimi, öğretimi, tefsiri ve tatbiki konusunda Osmanlı yönetiminin gösterdiği hassasiyet konusunda Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde binlerce belge bulmak mümkündür. Belgelere göre mukaddes kitabımızın basımı, sadece Osmanlı Devlet Matbaası tarafından yapılmıştır. Böylece Kuran-ı Kerim’in tahrifine yönelik sinsi girişimler önlenmiş, basımında ve dağıtımında gerekli hürmetler gösterilmiştir. Osmanlı Sultan ve devlet adamlarının emri ile Topkapı, Dolmabahçe, Çırağan ve Yıldız Sarayları’nda; Sultan Ahmet, Süleymaniye ve Bayezid gibi İstanbul’daki Selâtin camiilerinde, Konya Kapı Camii, Edirne Selimiye, Şam Emeviyye Camii gibi Osmanlı ülkesindeki büyük camilerde, Kâbe-i Muazzama ve Ravza-i Mutahhare’de her gün, her saat, her an daimi Kuran-ı Kerim hatimleri yaptırılarak, başta Resûlullah (SAV) Efendimizin ve Ashab-ı Kiramın mübarek ruhları olmak üzere tüm Müslümanların ruhlarına hediye edilmiştir. Bu faaliyetler için vakıflar yapılmıştır. Osmanlı yönetiminin Hz. Peygamberimiz (SAV.) hakkındaki hassasiyeti de dikkat çekicidir. Saray ve büyük camilerde huzur dersleri, hatm-i Buharilerle hadisi şerifler okunmuş, medrese ve mekteplerde Hz. Peygamberimiz (SAV.) öğretilmiş, O’nun emir ve tavsiyeleri İstanbul’un fethinde olduğu gibi “Kurtuluş reçetesi” olarak kabul edilmiştir. Sultan I.Abdülhamid “Hz. Peygamberin (SAV.) emir ve işaretleri varken; nücum ehlinin, yıldız falı ile uğraşanların boynunu vururum” derken, Sultan II. Abdülhamid Fransız yazar Bornier’in “Muhammed” adlı iftira dolu piyesinin oynanmasını Paris, Londra, Roma ve Washington tiyatrolarında Osmanlının siyasî nüfuzunu kullanarak yasaklatmıştı. “Ulu Hakan”, Müslümanların halifesi olarak Avrupa sahne ve fuarlarına müdahale ederek; o günün Teslime Nesrin’lerini, o günün Selman Rüştü’lerini birer birer susturmuştu. Sıbyan mektebi ile başlayan Osmanlı eğitim sisteminde; Kur’an-ı Kerim ve Hadisi Şerif eğitimi yanında; akaid’de İmam-ı Maturidi ve Ömer Nesefi, fıkıhta İmam-ı Azam, İmam-ı Yusuf, İmam-ı Muhammed ve Halebî gibi en kıymetli ehl-i sünnet âlimlerinin ve önderlerinin eserleri okutulmuş, onlara sayısız şerhler yazılmıştır. Ayrıca; ehl-i sünnet dışı medrese eğitimine de izin verilmemiştir. Büyük Selçuklularla Nişabur’da; ehl-i sünneti müdafaa için başlayan medrese geleneği; Osmanlılarda tarihinin en üst seviyesine çıkmış; bu dönemde kurulan ihtisas medreseleri ile Osmanlı uleması İslam dünyasını en muteber âlimleri olarak dikkatleri çekmişlerdir. Molla Güraniler, Molla Hüsrevler, Hoca Sadettinler, İbn-i Kemaller, Kâtip Çelebiler, Gelenbevîler, Ahmet Cevdet Paşalar, İskilipli Muhammed Atıflar, Ahıskalı Ali Haydarlar bu gelenekten yetişerek; medrese adlı bu müstesna ilim mekânlarının kıymetli birer mahsulü olarak İslam ümmetine rehberlik ve önderlik yapmışlardır. Tahrifata Karşı Komisyon Kuruldu Osmanlı yönetimi, Orhan Gazi’den başlayarak ehl-i sünnet dışı tasavvufî hareketlere karşı mesafeli dururken, Nakşibendîlik, Kadirilik, Cerrahilik, Rufailik vb. sünni tarikat mensuplarına; hem hürmet, hem rağbet, hem riayet, hem de muavenet etmişlerdir. Onları hem kendi gönül dünyalarının ebedî ışığı, hem İslamî tebliğ faaliyetlerinin alp-eren aşığı olarak hayatlarının her safhasında, attıkları her adımda, hatta aldıkları her nefeste yanlarında hissetmişlerdi. Şeyhülislam Hoca Saadeddin Efendi, “Tacü’t-Tevârih” adlı meşhur eserinde bu durumu şu kelimelerle ifade etmektedir: “Fatih Sultan Mehmed, seferlerinde Ubeydullah Ahrar (K.S.) Hazretlerinin nefeslerini ensesinde hissediyordu.” Tüm Osmanlı Sultanları, Fatih Sultan Mehmed gibi hep gönüllerinde ve yaşayışlarında evliyaullahın nefeslerini enselerinde hissetmişlerdi. Bunun için de sayıları onbinlerle ifade edilebilecek miktarda tekke ve dergâhın taam ve diğer masarıfı; Osmanlı Sultan ve yöneticilerin kurduğu vakıflardan ve verdikleri teberrulardan sağlanmıştı. “Ehl-i dua” olarak adlandırılan mutasavvıflar, dervişler ise; Osmanlı yönetimine yönelik tenkit ve takdirlerinde asla kendilerine yapılan bu yardımları tesirinde kalmamışlardı. Bektaşilik ve Melamilik gibi Sünni hususiyetlerini zamanla kaybetme tehlikesi ile karşılaşan tekkeler; ya kapatılmış, ya da çok itimat edilen Nakşibendîlere verilerek onlar vasıtasıyla ıslah ve tecdid edilmişlerdi. Ayrıca, tasavvufla alakalı kitapların basımında çok dikkatli ve titiz davranılmış, hatta başta Abdulkadir Geylani hazretleri olmak üzere birçok tasavvuf büyüğünün kitaplarına sonradan ilave edilmek istenen ehl-i sünnet dışı bilgilerin ayıklanması için devrin meşhur ve makbul âlimlerinden bir komisyon kurulmuştu. Tüm tasavvuf kitapları bu komisyon tarafından titiz bir şekilde incelendikten sonra basılabilmişti. Osmanlı Sultanları; Emirü’l- Müminin olarak tüm İslam ümmetinin halifesi idiler. Bu açıdan ekmel bir halifelik icra edilmiş, bu konuda da ehl-i sünnet hassasiyeti dikkate alınmıştır. Özellikle; İran’la olan münasebetlerde, yapılan antlaşmalarda İranlıların “Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’e hakaret etmemeleri” sürekli özel bir şart olarak muhafaza edilmiştir. Ayrıca; İranlı Şii erkeklerle; Sünni Osmanlı hanımlarının evlenmelerine de bu hassasiyet sebebi ile izin verilmemiştir. Yemen’deki Zeydiler, Lübnan ve Suriye’deki Nusayriler, Anadolu’daki Aleviler, baskı ve zorbalıkla değil; gönül ve ilimle ehl-i sünnete kazanılmaya çalışılmış, bu konuda özellikle II. Abdülhamid döneminde önemli başarılar elde edilmiştir. Suriye ve Lübnan’daki Nusayrilerden bir bölümünün gönlü kazanılarak, onları istismar etmek isteyenlere, özellikle de onlara yönelik okullar açan Protestan misyonerlere fırsat verilmemiştir. Lübnan’da Nusayrilikten ehl-i sünnet’e katılan ailelerin en önemlisi Arslan ailesi olup, bu aileden gelen Şekip Arslan; özellikle Birinci Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı devletine ve İslam ümmetine çok başarılı hizmetler sunmuştur. İslam’ın Protestanlaştırılması Engellendi Osmanlının son döneminde ortaya çıkan “dış kaynaklı” sözde “Islahat” hareketleri de; Osmanlı yönetimi tarafından çok başarılı bir şekilde takip edilmiştir. Özellikle Blunt, Lawrence, Bell vb. İngiliz ajanların desteklediği Bahailik, Selefiyye, Arap milliyetçiliği ve Vehhabilik gibi “doğru yolun sapık kolları”; Osmanlı yönetimi tarafından “hem teşhir, hem teşhis, hem de tahdid” edilmişlerdir. Bahaîler, Edirne’den Kıbrıs ve Akka’ya sürülerek etkisiz hale getirilirlerken; Arap milliyetçiliğini Beyrut Amerikan Koleji’ndeki Hıristiyan Arap öğretmen ve öğrencilerin yönettiği birer birer ortaya konmuş; bu ve benzeri okullara karşı alternatif eğitim hamleleri yapılmıştır. Cemaleddin Efganî; İstanbul’da kendisine verilen evde göz hapsinde tutularak dış ilişkileri kontrol edilirken; Muhammed Abdul’un İstanbul’a gönderdiği ıslahat dilekçesi reddedilmiş, yazdığı Tebâreke tefsiri yasaklanmış, İngilizlerin kontrolündeki Mısır’da Osmanlı’ya karşı İslam Kongresi toplama faaliyeti engellenmişti. Abduh’un İstanbul’a gelip, Sultan II. Abdülhamit’le görüşme talebi “Bizde müftüleri halife tayin eder. Siz Mısır müftüsü olduğunuzu söylüyorsunuz. Biz sizi müftü tayin etmedik. Sizi kim müftü tayin etti? İngiltere mi?” denilerek reddedilmişti. Böylece İslam’ın Protestanlaştırılma girişimine de engel olunmuştur. BOP’un Tarihi Seyri Osmanlının ehl-i sünnet konusundaki hassasiyeti, misyonerlerin de dikkatini çekmiştir. 1906’da Kahire’de; İngilizler tarafından Seylan’a sürgün gönderilen Arabî Paşa’nın Bâb-ı Luk’taki el konulan Köşkü’nde yapılan ilk büyük Dünya Protestan misyonerler kongresi’nde de “ehl-i sünnet” gündeme gelmişti. Hem de Kongrenin Başkanı, Yahudi asıllı Amerikalı Papaz Samuel Zwemer tarafından ilk kez Protestan misyonerlerin gündemine “İsimsiz Hıristiyanlık” projesini getirmişti. Bu projeye göre; eğitim, sağlık, spor, siyaset, basın, vb. her türlü sosyal faaliyet, gençlik ve kadın hareketleri istismar edilmeli, ama bunlar yapılırken misyonerler hep arka planda “görünmeyen yöneticiler” olarak kalmalı idiler. 1906 Kahire Kongresinde ittifakla kabul edilen bu proje hemen İslam dünyasının her tarafında uygulanmaya başlanmıştı. Misyonerler; özellikle Hilafetin merkezi olan İstanbul’da bu projeyi uygulamak için, II. Meşrutiyet sonrası aktif bir faaliyet içine girmişlerdi. Bu kapsamda, 1910’larda İstanbul’da kurulan Hıristiyan Gençler Cemiyeti(YMCA); başta Abdullah Cevdet, Baha Toven, Sabiye Zekeriya Sertel, Cenap Şahabettin vb. olmak üzere birçok Türk aydınına konferanslar verdirerek; ateist hale getirmeye çalışmışlardı. Çünkü onlara göre ateist Türkleri Hıristiyan yapmak, Müslüman Türkleri Hıristiyan yapmaktan çok daha kolaydı. Ayrıca Amerika ve İngiltere’ye giden Osmanlı talebelerine yönelik misyonerlik faaliyetleri de hızlanmış, âdeta bir taarruza, silahsız bir “haçlı seferi’ne” dönüşmüştür. Bu taarruz o hâle gelmişti ki;1918’de Amerika’ya giden Türk talebelerden Ahmet Emin Yalman; meşhur Protestan Papaz Samuel Zwewer’ın kendilerini Hrıstiyanlığa kazanmaya yönelik aktif misyonerlik faaliyetlerden dolayı hatıralarında onu “ruh avcısı” olarak suçlayacaktır. İslam Gemisi’ni Boşaltmak Osmanlının ehl-i sünnet hassasiyetlerinin ne derece önemli olduğunu anlamak için, 1906 Kahire kongresinde, kongre başkanı Papaz Sammel Zwemer’in şu tavsiyelerini okumak yeterli olur kanaatindeyim. Zwemer şöyle diyor: “Bir Müslüman’a dinini bırak dersen, onun İslam’ı bırakması asla mümkün değildir. Nitekim 25 yılda ancak 25 Müslüman’ı Hıristiyan yapabildik. Onlar buna karşılık her gün en az 25 Hıristiyan’ı Müslüman yapıyorlar. Biz Müslümanlara; ‘Sizin dininiz olan İslamiyet; mücevher yüklü çok kıymetli bir gemiye benziyor. Ama bu gemi’nin yükü çok ağır. Geminin karşıya batmadan geçebilmesi için, bu rin bir bölümünü denize atmamız gerekir’ demeliyiz. Böylece mübahlardan, müstehaplardan, sünnetlerden başlayarak, vaciplere, farzlara gelinceye kadar onlara geminin bütün rini boşalttırmalıyız. Böylece gemi karşıya geçse de boş geçmeli!” Bu gün, Osmanlı’ya düşman olanlar geminin yükünü boşaltmaya çalışanlar ve onların yerli işbirlikçileridir. Osmanlı; İslam gemisinin yükünü muhafaza ettiği için hâlâ dünya Müslümanlarının gönlünde taht kurmuştur. Ahmet BOZDAĞLI

















08.06.2013 20:57 User ist offline e-mail |websitesi | mesajari | arkadas listene ekle |


Dal görünümü | Normal
Seçiniz:
ILAHICIYIZ.BIZ - Online Ilahi Merkezi » Tarih » »